AHMET AYDIN ATMACA, FIRAT ARAPOĞLU & MEHMET ÖĞÜT

Daire Sanat, 16 Şubat – 6 Nisan 2019 tarihleri arasında Ahmet Aydın Atmaca, Fırat Arapoğlu ve Mehmet Öğüt’ün kolektif projesi olan #workinprogress isimli etkinliğine ev sahipliği yapıyor. Sanatçının ve küratörün günümüzde sanat dünyasındaki konumunu tespit eden proje, bir yandan sanatçının aldığı formasyonla konvansiyonel bir üretim alanından gelme gerçekliği, öte yandan çağdaş sanat dünyasının beğeni kodları arasındaki sıkışmışlığı masaya yatırıyor. Saatlerce süren ve yıllara dayalı diyaloglarından bir kısmını İstanbul Art News okurlarıyla paylaşıyoruz.

 Fırat: Sanatın bir gösteri haline dönüştüğüne şahit oluyoruz. Bu uzun zamandır böyle, fakat, günbegün bıktırarak sanatın, reklamla ve popülizmle girift hale gelmesi insanı, sanata bakarken ya da sanata dair düşünürken tedirgin ediyor. Biz yaklaşık iki yıldır, çağımızda sanatçının rolü ve işlevi nedir, sanat nesnesinin günümüzde temsil ettiği ya da göstermeye çalıştığı şey nedir diye düşünürken, artık tüm bunları bir daha tarifleme ihtiyacı duymuyor muyuz noktasından hareket etmiştik. Endüstriyel raflar üzerinde yer alan ve devam eden bir proje olarak, “Retrospektif” projesini yapıyorsun Ahmet. Bu, tartışmanın neresini işaret ediyor?

 

Ahmet: Klasik bir heykel sergisini gezmek gibi değil, o rafların üzerinde bitmiş işler de var, kalıplar da var yani asla ideal ve klasik bir heykel sergisinde göremeyeceğimiz birtakım nesnelerle karşılaşacaklar o rafların üzerinde ve asla bir heykeltıraşın bir sergi salonunda heykelini koymak istemeyeceği raflar üzerinde görecekler. İmgeyi veya bir sanat eserini sadece bildiğimiz ideal, klasik sergileme yöntemleriyle mi görebiliriz ya da görmeliyiz ya da işte bu beyaz küpün içinde artık çok sıkıcı bir hale gelmedi mi sorusu var aklımda. Bir taraftan da heykeli tertemiz bir kaide üzerinde tertemiz bir halde görmenin sıkıcı ve tekrara dönmüş bir durum olduğu ama bir taraftan da bunu baştan da demiştim heykeltıraş olan tarafım, ikiye bölünmüş bir benlik gibi bendeki, bir tarafım bunu yapmaya, üretmeye ve sergilemeye hala çok hevesli. Bir de bunun isminin “retrospektif” olmasıyla ilgili tabii, bir anlamı var, o da özellikle günümüzde artık genç sanatçılar da retrospektif sergiler yapmaya başladı, ben bunun çok ticari bir tarafı olduğunu düşünüyorum, yani patron çıldırdı, elimizde ne var ne yok bir dökelim falan gibi bir durum, yani deneysel bir şeyler yapmak isteyen sanatçılar ama hani bir taraftan da “satılabilir nesneler ürettim ben”i de  göstermenin yolu olarak, retrospektif demeden büyük mekanları kaplayacak sergiler yapıldığına şahit oluyoruz, ben bunun temel motivasyonunun ticari olduğunu düşündüğüm için, basit bir yöntem geliştirdim, çok doğrudan bir şey aslında, aşağı yukarı her heykeltıraşın  atölyesinde olan rafların üzerine, belki her heykeltıraşın atölyesinde göreceğimiz şekilde bir görüntüyü, bir anı alıp galeriye taşımış oluyorum yani.

 

Fırat: Retrospektif bir kusma mıdır?

 

Ahmet: Burada bir kusma olabilir, çünkü bu da bir retrospektif, çünkü elimde kalan, bir galeriye sokabileceğim boyutta olan aşağı yukarı her şeyi o rafların üzerine sıkıştırarak belki, kimisi görülebilecek, kimisi görülemeyecek şekilde sergiliyor olacağım ve bu da bir retrospektiftir.

 

Fırat: Yani o zaman sanat izleyicilerin gördükleri kadar, görmedikleridir denilemez mi?

 

Ahmet: Yani dediğim gibi, sanatın ontolojik boyutu devreye giriyor, bir polyesterden heykel yaptım diyelim, o polyesterden yapılmış bir nesne sonuç olarak, birisi dikey duruyor, bir diğeri yatay duruyor, birinin üzerinde toz var, biri kalıp ve bazen o kalıplar da bana estetik birer nesne gibi görünüyor ve şu da var yani, benim planladığım, sergi süresince de yaptığım bir heykeli oraya eklemek ya da bir yerde bir sergi açacaksam oradan bir heykeli alıp o sergiye götürmek.

 

Fırat: Bazı sorular kafama üşüşüyor; birincisi: bir sanat üretiminin bittiğine tam olarak nasıl karar verilir? İkincisi: sanatçının gördüklerimiz kadar, göremediklerimize dair sorumlu olması, bizim düşünce ufkumuzu nasıl daha çok açabilir? Bunları totalde düşünmenin efektif ve çağımızda gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü  fuarlarda, bienallerde ve gişe sergilerinde gördüğümüz steril ve bitmiş nesnelerin, hayatı yorumlama noktasında yetersiz kaldıklarını düşünüyorum.

 

Mehmet: Biçimden ziyade zekâ ve akıl üzerinden gitmek bize yol gösterebilir. Çağdaş sanatta yapılan çalışmalar akılla değil de zekice yapılan şeylermiş gibi geliyor. Pratik, kurnazca, basit algılanan hemen tüketebileceğimiz nesneler üretiliyor. Akla çok da gerek yokmuş gibi görünüyor. Göze hoş gelen, önünde fotoğraf çekilebilecek arka planlar. Bu nesnelere karşı, izleyicinin ve sanatçının bilinç emaresi göstermesi gerekmiyor. Saf bir boşluk, anlamsız bir gülümseme gibi.

 

Bunun yanı sıra bir sanatçı kendi düşüncesinin peşinden tüm hayatı boyunca koşar. Ürettikleri düşünce ya da nesneler yaşamlarının izidir. Eser yaşam izidir. Böyle bir bakış açısıyla sanatçıyı anlayabiliriz. Benim Anasır-ı Erbaa projemin çıkış noktası tam da bahsettiğim bu düşünce yapısıydı. Yani bir amaç doğrultusunda eser üretmek değil de bir düşüncenin peşinden koşarken ortaya çıkan nesneleri sanat olarak algılamak. Basit olan şeyin altındaki derinliği görebilmek için bizim de onu algılıya bilecek kapasitede olmamız lazım. Onu kavrayabilecek derinlikte ya da dengede olmak gerekiyor. Mesela Ahmet’in yaptığı çalışmada fikrinin peşinden gidip nesne ile ilişki kurarak heykellerini ürettiğini görebilirsiniz. İkimizin çalışma prensibindeki ortak payda da bu aslında. Yaptığımız çalışmada ayrı ayrı nesnelere baktığınız zaman peşinden gidilen düşüncenin parçalarını görmek mümkün.

 

Ahmet: Biçimsel bir noktadan başlamamın sebebi, bir şeyi ortaya koyuyoruz ama, bazen kelime esprisi yapmak bir çok insana çiğ gelir ama, zihnimizi ortaya koyan şeyler olduğunu düşünüyorum, pastiş içeren yapıtlarda da o var, doğrudanlık. Bazen bu çiğ şakalar insanla ilgili bazı şeyleri ortaya çıkaran, en gün yüzünde, en yukarıda olan şey, bu işin de öyle bir tarafı var, yani bir kelime esprisi gibi bir tarafı var aslında ama burada eleştirel olan, yani biçimsel olandan bir sonraki aşamada, işte dediğim gibi bir heykeltıraş olarak , bir çağdaş sanat yapıtını nasıl üretebilirim, mesela endüstriyel raflar kullanmak moda bir durum. Yani benim kullandığım gri rafların üzerine ne koyarsan koy çağdaş sanat olacak, böyle bir doğrudanlık var.

 

Mehmet: Tamam senin oradaki eleştirin çağdaş sanat eleştirisinden öte biçim tanımı ile ilgili bir eleştiri. Çağdaş sanat yapmalıyım kaygısı ile yapmıyorsun.

 

Ahmet: İnsanlar şunu soruyor aslında: “ben bu ortamda nasıl var olacağım? Sen şimdi belli bir noktaya kadar kendini heykeltıraş olarak yetiştirmişsin, sana diyor ki mesela biri “üç boyutlu bir şey yap” diyor mesela, zaten yapıyorum diyorsun, yok öyle değil daha üçboyutlu olsun diyor, ne kadar daha üç boyutlu olacak, bayağı bir üç boyutlu olsun, bu durumdan bir yarılma çıkıyor, bazen bu yarılmadan çok enteresan sonuçlar çıkıyor ama çağdaş sanat birtakım peşin hükümler üzerine kurulu. Mesela kavramsal, üst felsefi kavramlar içerdiği düşünülen bir sergiye gelen herkesin bununla doğrudan bir iletişim kurabileceğini düşünüyor çağdaş sanat. Ama artık kavramsal sanat ya da diğer bütün avangart sanat akımlarının yöntemleri artık Fırat’ın en başta söylediği gibi, gösteriye hizmet eden bir estetik yapıya dönüştü.

 

Mehmet: Gösteri nesnesini beslediğimizde, var olma koşullarımızı kolaylaştırmış oluruz.

 

Fırat: Bir işin boyutlarının büyük olması onu sanat yapar mı?

 

Ahmet: Artık yapar.

 

Fırat: Bir sanatçı veri heykelleri yapıyor ve insanlar bunları izliyor. Cezbedici bir görüntü… Zeki olmak ve akıllı olmak… Acaba şu likör fabrikasındaki fil birinin kafasına düşse…

 

Ahmet: İnşallah bizim kafamıza düşmez.

 

Mehmet: Gitmezsek Düşmez.

 

Fırat: Az önce dediğin şey, üçboyutlu iş yapıyorum, daha üç boyutlu olsun…

 

Ahmet: Ve bu şundan kaynaklanıyor, heykelle ilgili çok ciddi bir değişim var 1960 sonrası, heykelin mekanla ilişkisiyle, dış mekanla, açık ve kapalı mekanla ilişkisi, Rosalind Krauss’un başlattığı ve sonrasında devam eden ve çok ciddi teorik altyapıyı ve çok ciddi okumaları gerektiren bir damar var aslında.

 

Fırat: Sadece ulusal ölçekte ele almıyorsun, değil mi?

 

Ahmet: Küresel ölçekte ama ulusal ölçeğe geldiğimizde iş daha vahim hale geliyor.

 

Fırat: Heykel alanında iyice spesifik bir hal alıyor.

 

Ahmet: Biz daha klasik ya da modern anlamda heykel okumayı, heykelden zevk almayı, bir heykel sergisini gezmeyi, toplumsal olarak ve hatta mesleğin içinde dahi tam anlamıyla kavrayamamışken bir anda heykelin bambaşka bir haliyle karşılaşıyoruz aslında toplum olarak. Küresel ölçekte, özellikle de “Batı” diye tabir ettiğimiz coğrafyada kendi toplum ve sanat tarihine eklemlenmiş olan durumu biz uzaktan okuyoruz ve bizim için durum “Arkadaşlar figüratif sanat bitmiş, bundan sonra soyut yapılıyor” gibi bir durum oluyor. Tamam da sen bunu nereden ele alıyorsun

 

Mehmet: Peki sanatı üretirken dışsal bir eleştiri üzerinden mi hareke etmeliyiz yoksa içgüdüsel olarak temel bir ihtiyacın karşılığı mı sanat yapmak? Nesneden haz almak mümkün mü?

 

Ahmet: Biraz böyle aslında benim durumum, nesne fetişizmi diyorum ben bu durumuma veya zanaat fetişizmi, el aletlerini kullanıp, döküm yapmak, kalıp almak, bu sanatsal yeni bir önerme olarak değil de kişisel bir haz olarak…

 

Fırat: Elle düşünmek..

 

Ahmet: Evet, yani dışarıda yani dışarısı dediğim, klasik heykel sergisi açsam olmuyor, beni tatmin etmiyor, açayım tamam, e açmayınca da bu sefer mesleki olarak da bunu bir şekilde insanlarla paylaşmak gerekiyor, yani tam anlamıyla, çok moda bir tabir ama şizofrenik yarılma denen durum, ben şimdi ne yapacağım, çağdaş sanat mı yapayım, heykel mi yapayım, bu duruma dışarıdan bakıp rafları öyle tasarlamış oluyorum.

 

Mehmet: Arada kalma hali. Bir yere ait olamama duygusu. Bizi bu çıkmaza sokan şey belki de.

 

Fırat: Bu arada Deleuze’den de bahsettiysek tamam olmuştur bu metin.

 

Ahmet: Kapatabiliriz, Deleuze dedik

 

(Gülüşmeler)

 

Fırat: Şizofrenik yarılma meselesi temel problematiklerimizden biri. Sanatçı bütünün üzerine çok düşünüyor, fakat biz gösterilerde parçayla karşılaşıyoruz ve o parçalar temsil noktasında, steril nesnelere dönüşüyor. Acaba sistemi içinden değiştirmeye çalışmak pratiği sizce işe yarayan bir şey mi?

 

Mehmet: Çok yarayacağını sanmıyorum.

 

Ahmet: Şimdi bizim böyle bir iddiamız da yok, bizim aslında bu sergiyi yapmamızın sebeplerinden biri de, yani sebep demeyeyim aslında, sebep dediğim zaman sonuçlanmış bir şey gibi de oluyor, bizimki aslında sergi öncesinin parodisi gibi bir şey aslında, yani bir şeyi değiştirmek, büyük bir tartışmaya sebep olmak ya da  yepyeni bir tanım ortaya atmak gibi bir durumumuz yok, zaten mümkün değil.

 

Fırat: Zaten sanırım sıkıntı buradan kaynaklanıyor…

 

Mehmet: Bugün için Avangard kavramını kullanmamız ne yazık ki çok mümkün değil.

 

Ahmet: Özür dilerim araya girdim, mesela Banksy örneği artık kurumsal eleştiri diye bir şeyin kesinlikle olamayacağını muştulayan bir olay oldu, en son bu kâğıt yırtma meselesi.

 

Fırat: #workinprogress’in vurguladığı önemli noktalardan birisi şu: “zaman”. Çağdaş sanatın günümüzde yaptığı aktüel olanı vurgulamak ve sürekli kariyer odaklı bir sanat önermek. #workinprogress zamanın parçası olduğumuza işaret ediyor. Onun için bu etkinliğin bir başlangıcı ve sonunun olması sadece mekan için önemli. Bu zaman boyutu, #workinprogress’in yaratabileceği tartışma olabilir.

 

Ahmet: Ama demin senin de değindiğin gibi aslında artık bunların, hele ki eğitimci tarafımız da var hepimizin yani yeni kuşaklarla da içli dışlıyız, ben bunun artık biraz pesimist bir bakış olacak ama bahsettiğimiz bu kavramların çoğunun artık bir karşılığı olmadığını düşünüyorum. Çok temel bir örnek vereyim, hepimizin hep konuştuğu, bu konuşmada da başlık olarak geçmiş olsun, mesela artık bir inisiyatif kurmak çoğu insan için, fuara katılmanın yolu, yani bir basamak. Sistemi değiştirmek değil de sisteme eklemlenmek için bir yöntem olarak inisiyatif kurma, burada tabii bütün inisiyatifleri bir potada eritmek için söylemiyorum bunu ve hala buralarda çok önemli ve değerli işler de yapılıyor, ama artık bu sık kullanılan bir yönteme dönüştü ve bunu dile getirdiğinde bu çok normal bir şeymiş gibi algılanıyor. Çünkü fuara katılmak istiyorsun, galerin yok, bireysel olarak katılamıyorsun ama aşağıda bir inisiyatifler katı var, oraya katılabilirsin, oradan parlayabilirsin. Kendi içinde daha çağdaşlık, çağdaş sanat kavramları tartışılmadan kariyer basamaklarını oluşturan tuhaf bir yapı bu, İstanbul’da bile, pek çok şeyi geriden takip eden bir coğrafyada bile şu an basit oyunlarla yukarı oynama yani aşağısı ve yukarısı var bizim çağdaş sanatımızın. Alt katı var, orta katı var ve üst katı var gibi.

 

Fırat: Maslow piramidi gibi fuara baktığımızda farklılıkları ve kariyerin nerelerinde bulunduğunu tespit etmek mümkün. Bir sanatçı, sanatçı yürütücülüğünde bağımsız sanat mekânı açtığını iddia ediyor. Fakat bir afişlerine baktığımda şunu gördüm, bağımsız sanat mekânı ama bilmem ne sanat derneğinin destekleriyle.

 

Mehmet: Şöyle mi yapmaları lazım; “ben aslında bienale girmek istiyorum. Bağımsız bienale girme hareketi başlangıcı olarak mekânı kullanıyorum”. Öneri getiremiyorsak, eleştiri yapmakta çok etkili olmayacaktır. Sanatçının üretimine devam etmesi ya da küratörün sergi açmasına devam edebilmesi için önerimiz ne olmalı? Mevzu temelde yaptığımız şeyin özüne tekrar dönmemiz gerektiğini anlamamızda. Eleştirimiz insanların yaptıkları ile söylediklerinin birbirini tutmaması belki de.

 

Fırat: Bir yazar, genç bir yazar adayına şunu tavsiye etmiş: “Yaz, adın gözüksün de ne yazarsan yaz”.

 

Mehmet: Peki bu kadar olumsuzluğun olduğu yerde bir sanatçı üretmeye nasıl devam eder? Bende onun çıkış noktasını akıl ile birleştirmek istiyorum. Zekâ ile değil. Yani bir şey yapmak için çıkış noktam benim eğer sergi açmak olursa zaten yaptığım şeyin temelinde sergi açma odaklı şeyler olacaktır. Ama karşıma aldığın nesne ile bir çatışmaya girersem, yaşadığım süreç sanatsal bir eylem biçimini beraberinde getirecektir.  Bu nedenle yaptığım eylemin kimse samimiyetini eleştiremez. Ahmet’in heykele dokunurken hissettiği o düşünce ya da sezgiyi kimse eleştiremez. Ahmet çağdaş sanatı her ne kadar sözlü olarak eleştirse de nesne üretimine geçtiği zaman çağdaş sanatın dışında bir şey yapıyor. Çağdaş sanat ile ilgili değil, sanat üretmenin temeli ile ilgili bir üretim. Ben şahsen kendim ile ilgili de bunu söyleye bilirim. Nesneyle temas ettiğimde bir fikri görsel bir alanda tekrardan bir araya getirme arzusunun peşindeyim. O arzuyu gerçekleştirirken ilk önce benim tatmin olmam, onu kabul etmem lazım. Ben kabul ettikten sonra ikinci üçüncü aşamada gideceği yol bağımsız olacaktır. Bu yüzden yapılan şeyin hakkını vermek en önemli unsur.

 

Fırat: Bu bizi çok güzel bir noktaya getirdi: içsellik ve dışsallık tartışması.

 

Mehmet: Michelangelo’nun  Pietà heykeline baktığımız zaman kilisenin sanatçıya verdiği paraya ya da kilisenin içerisinde bir İsa ya da Meryem heykeli yapmanın verdiği prestije bakmıyoruz. Karşılığında sanatçının ne verdiğine bakıyoruz. Yaptığı için hakkını vermesi en önemli şey. Sanatçının mermeri ete dönüştürme halinden bugün bile etkileniyoruz. Kendi yaptığımız üretim sürecinde de hakkını verme sorumluluğunu hissetmeliyiz. Bu yaptığımız şeyle aramızdaki samimiyetin de göstergesi olacaktır.

 

Ahmet: Bu bence başka bir tarafa da kaydırıyor tartışmanın eksenini ama bence günümüzde bir taraftan da nasıl ki Michaelangelo’nun döneminde yani Rönesans’taki sanatçıyla bugünkü sanatçı arasındaki o eksen çoktan kaydıysa, o eksen kayması gibi, tarihsel kayma gibi bugün de yeni bir tanım değişikliğinin aslında ortasındayız. Bizim bahsettiğimiz tartışmalar, bazı insanlar için çok eskide kalan tartışmalar, yani çok çağdışı, çünkü çağdaş sanat hep şu anla ilişkili olmaya çalıştığı için, bizim karnımızı ağrıtan şey de bu, yani tarihle kopuk, gelecekle kopuk, ütopya ve distopyayla kopuk, sadece şu anda gerçekleşmeye, aktüel olarak gerçekleşmeye çalışıyor.

 

Mehmet: Ne olduğu belli olmayan bir şeyden bahsediyoruz. Konunun ekseninin kaymasından ziyade, insanın sözel olarak ifade edemediği kendini ses ya da sanatın herhangi bir dalı ile ifade etme biçimine bakmamız gerekmekte. Bunun da içgüdüden ve sezgilerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Görsel dili kullanmanın temelinde ilkel insandan günümüze inanç yatmaktadır. İnsanların beyin, göz ve aktarma koordinasyonunun ilkel insandan günümüze çok farklı göstermediğini söyleye biliriz.  Bugün de aynı iç güdülere sahibiz.  Sanat üretirken de benzer bir içgüdünün peşinde gidiyor olmak yanlış değildir. Asıl önemli olan karar; sanatçının çıkış noktasının dışsal mı içsel mi olduğudur. Eğer Çağdaş Sanat ise bizim derdimiz ise, Çağdaş sanat değiştiğinde bizim sanat üretme dinamiğimizde ortadan kalmış olacaktır.

 

Ahmet: Biz zaten öyle bir taraf da değiliz ne kişisel olarak ne bir grup olarak taraf değiliz ama birtakım sıkıntılar var ve biz bir galeriye işlerimizi taşıyacağız, bunların gölgesinde tartışmak için bir alan yaratmaya çalışacağız.

 

Fırat: Açımlanması gereken, eğer zaten ortada bir ifade yoksa alımlayıcı da olmaz. Michael Baxandall’ın bir kitabı var “Patterns of Intention”. Orada şöyle diyor: “Biz resimleri yorumlamıyoruz, resimler hakkındaki yorumları yorumluyoruz.” Bu bizi, o senin içsellik ve dışsallık diye tarif ettiğin paradoksun içerisine sokuyor. Diğer bir konu ise yarışmalar. Tamam yarışmalar bugün çıkmadı ortaya. Ve elbette nesneden hareketle tartışmalar tetiklenir ve bu tartışmaların bazıları formel, bazıları sınıfsal, bazıları sosyolojik olacaktır. Sanatın ekonomiyle hep bir ilişkisi vardı, fakat bu kadar vahşi kapitalizm içerisinde değildi sanat belki de. John Berger amaçla niyet arasındaki boşluğa değiniyordu ve bence Susan Sontag’a kulak vermeliyiz: Sanatın hangi ifade formuysa bakmalı ve oradan yorumsamalar çıkarmalıyız. Fakat bu tarih bize şunu gösterdi ki hiçbir şey anlatma kaygısı gütmeyen ve sadece bir fetiş nesnesi olarak kapitalizm içerisinde dolaşıma sokulan işlere de şahit oluyoruz.

 

Mehmet: Sanat üretimi için uzun soluklu bir adanmışlık gerekiyor. Sanırım Kurnazlık ve kısa yoldan ilerleme kaygısı sanat algısına en zarar veren unsur.

 

Ahmet: Belki bizim canımızı sıkan şeylerden biri de dürüstlük meselesi, yani evet herkes para kazanmak istiyor, ben buna karşı değilim de muhalif gibi davranıp, gerçekten bu sisteme çok karşı davranıp, yani öyle görünüp sonrasında bütün fırsatları değerlendirip sadece para kazanmak için bu taşların konduğunu gördüğün zaman karşında bir muhatabın kalmıyor. Yani tabii ki de para kazanacaksan Jeff Koons gibi davran, adam hiç de saklamadan bunu yapıyor mesela, bunu eleştirmek başka bir şey, başka bir tartışma konusu, ama buna doğru yerden bakmak başka bir tartışma konusu. Hepimizin para kazanması gerekiyor, o başka bir konu, konu şu, öyle değilmiş gibi gerçekten bütün sanat sistemine karşı görünmeye çalışıp, kılık kıyafetinden konuşmalarına ve tavırlarına kadar, iki duble rakı içip bütün sanat dünyasını yerden yere vurup ertesi sabah o yerden yere vurduğu adamların kapısını çalan insanlardan bahsediyorum. Benim sanat yapmaya devam etmemi engelleyen şey bu aslında yani, bu tür ilişkiler.

 

Fırat: Roy Harris’ın bir kitabı var, “Great Debate About Art”.  Çok temel düzeyden yaklaşıyor konuya, zaten bizim bence buna ihtiyacımız var. Biz bir sanat nesnesinden nasıl bir duygu almak istiyoruz, nesneye bakıp en temelde ne anlattığını görmeye çalışıyoruz, soruları önemli. Fakat şöyle bir sıkıntı var: Bize gösterilecek olan nesnelerin oraya geliş yolları dahi insanı irrite ettiği için belki problem ve sürekli şimdi vurgusundan dolayı, bu hızda hiç kötü sergi yok, dergilere bakarsanız, hiç kötü sanat nesnesi yok. Yani bu eşyanın tabiatına aykırı geliyor bana.

 

Mehmet: Ben durumu iki yönden de ele almak istiyorum. Komple bir sanat fuarına kötü demekte tüm üretilen işlere iyi demek kadar ön yargılı bir eleştiri gibi geliyor. Gördüğümüz şey algılamak için açık fikirli ve ön yargılarımızdan arınmış olmamız lazım.

 

Ahmet: Kimse şeyi duymak istemiyor özellikle büyük sanatçılarımız. Dünya çapında ünlü büyük sanatçılarımız. Şeyi diyor mesela belki son bölümde bundan bahsederiz. Benzer işler tartışmaları var ya zaten şu an o tartışmalar bile yok çünkü zaten herhalde o piyasanın çok önemli bir kısmı o benzer, esinlenme işlerden oluşuyor. Ama bazı söz sahibi abilerimiz ablalarımız bunları konuşmayalım tadımız kaçmasın. Neydi o “aman ali rıza bey tadımız kaçmasın”a döndü artık çağdaş sanatın durumu. Yani biraz bu

 

Fırat: Bunu yaptığınız zamanda reaksiyoner olarak tanımlanıyorsunuz, halbuki ortada bir aksiyon varsa, reaksiyon olması gerekir. Eğer bir sanatçı olmayı arzu ediyorsanız ve bundan dolayı bir sanat nesnesi üretiyor ve bunu sunuyorsanız, kamusal bir konuyu konuşuyoruzdur. Sanat içinse, zaten dünyayı değiştirmesi ne kadar mümkün?

 

Ahmet: bunu da kabul etmek lazım belki de

 

Fırat: O büyük sözcükler elbette olacak. Ama reel boyutta düşündüğünüzde sanatın siyaseti veya dünyayı değiştirme gibi bir güç yok.

 

Mehmet: Kimse bir sergiye gittikten sonra siyasi görüşünü değiştirmez.

 

Fırat: Avangard dünyayı değiştireceğine inanıyordu. Sovyet avangardı kentleri süslüyordu. Belki, bir diğer yandan Ahmet’in tariflediği o pesimist duygunun günümüzde bize anımsattığı, kimsenin dünyayı değiştirmek istemediği.

 

Mehmet: Maaş karşılığı çalışan bir küratörün seçimlerinde nasıl avangard olmasını bekliyebiliriz ki.

 

Fırat: Evrenin en temel maddeleri üzerinden hareketle Mehmet’in devam eden projesi üzerinden düşünüyorum.  Bir sanatçının, bu en temel sorular üzerine düşünürken, aslında hangi amaçla yola çıktığı ve bu amaç üzerinde nasıl bir süreç izlediğine şahit olmak önemli. Diğer yandan Ahmet’in Retrospektifine bakarken de aynı konu geçerli.

 

Mehmet: Sergi ile ilgili genel bir şey söylemek gerekirse. İnsanların sergide steril fabrikadan çıkmış nesneler görmeyeceğini söylemeliyiz.  Yani yanmış kağıtlar. Kırılmış heykeller ve bu bilinçle yapılan nesneler ile karşılaşacaklar. Direk şiddete maruz kalmış ya da onun bir sonucunun estetize edilmiş hallerini görecekler.

 

Ahmet: Francis Picabia’nın bir lafı var “Başlarımız fikirlerimiz rahatça yer değiştirebilsin diye yuvarlaktır. Ben çok severim bu lafı ve gerçekten bu benim mottomdur.  Benim raflarıma ya da senin bir arada olan çalışmalarına veya bütün bu tartışmalara veya orada  doğmasını  planladığımız tartışmalara baktığınızda aslında bunu kabul etmemiz gerekiyor. Fikirlerim değişebilir bu kadar köşeli birtakım kavramları fethetmiş gibi yepyeni dünyalar yaratıyormuş gibi davranmak aslında ütopya ve distopya kavramları ile çok hemhal bir şekilde davranıyor gibi görünmek aslında biraz rol yapmak oluyor, Fırat’ın da dediği gibi “arkadaşlar bir sakin”.  Bir durun hepimiz bir değişebilen varlıklarız. Oturalım sakince bir konuşalım. Para kazanan kazansın kariyer yapan yapsın muhalif olan yani bir dünya kuracaksak eğer bunu dürüstçe ve gerçekten birtakım rolleri belirleyerek yapalım. Dediğim gibi dün akşam muhalif yarın akşam bilmem ne öbür akşam bilmem ne olmasın yani.

 

Fırat: En temel düzeyde düşünmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum.  Post-truth diye bir kavram var, ama hakikate zaten ne kadar hakimiz ki? En temel soruları sormanın acil bir eylem olduğunu düşünüyorum. Bana sorarsanız sadece sanat değil sanatın üzerindeki birçok şeyinde bunu yapmaya ihtiyacı var. Aslında akademinin de siyasetin de toplumun da.